aMaRGi!
"öZ-ü-GüR"LüK!!
YoLCu YoL'(uN)Da GeReK..

26 Şubat 2008 Salı

bÖLÜM 5: YoLCuLaR



Yersiz’in türküsünü yakıp durdukça bu Yer-Deniz,
Ve duman kıvrılarak bıraktıkça Gök’te ondan iz,
Yasaktır ademe öldürmek başkasını, biliniz:

Öldürmek için yaptıklarınızla öleceksiniz!



Çocuklar taşları yere bıraktı. Koca-karı’nın doğru söylediğini biliyorlardı. Bir soğuk yel esti. Çocuklardan birinin içi titredi. Koşarak evlerine kaçtılar. Yağmur başladı onların ardı sıra.. Koca-karı bir an daldı, bakışları havada asılı kaldı. Hava da iyice kararmıştı. Birden gök gürledi. Yağmur damlaları ışıklar içinde yanarak havada Kadının bakışlarıyla beraber bir an asılı kaldı.

Gölge’nin yüzünü Doğu’ya döndürdü Öz-ü-gür Yolcu ve fısıldadı kulağına:

- Hey yahey, heyya hay..

At dört nala kalktı..

Damlalar bir bir teslim oldu yerin çekimine. Koca-karı’nın onlardan birinin üzerinde yere inmekte olan bakışları önünde beliren atlı yolcuya takıldı ve durdu. Atın kalp atışlarını duyabiliyordu kadın: Garip günlerdir durmadan koşuyor olmalıydı. Sonra kadının kulağından çıkan minik bir melek usulca yolcunun göğsüne sokuldu ve ardındaki sese kulak kabarttı: Yolcunun yüreği atın üstüne henüz yeni binmişçesine sakin çarpıyordu. Kadına yetiştirirken duyduklarını, yolcunun kendisine gözlediğini fark etti melek.. ..yüzü kızardı.

- Nerden gelmektesin ey Yolcu? Ne getirirsin eşiğimize peşinde? Hayır mı, şer mi?
- Hatırlayamıyorum geldiğim yeri. Ama bilirim ki hayır da, şer de O’ndan gelir. Ve bir şeyin hayır mı, şer mi olduğunu, bir tek O bilir.
- Nereye gitmektesin öyleyse?
- Sadece gidiyorum. Nerden geldiğini hatırlayamayan, nereye gideceğini nasıl bilebilir?

Gözlerini iyice kıstı Koca-karı ve Yolcu’nun yüzüne dikti bakışlarını. O gözlerini kısarken dışarı fırlayan melekler, ne olduğunu anlayamadan bakışların izinde Yolcu’nun yüzü önüne kaydı. Yüz yüzlercesiyle aydınlandı, kadın çocukluğunu anımsadı: O türküyü duyduğu günün sabahında ikinci kez uyandı. Her sabahki gibi uyanır uyanmaz pencereye koştu ve pencerenin önünde önce Yersiz’i gördü, sonra da elleri bağlı Yolcu’yu. Yersiz Yolcu’nun etrafını saran kalabalığa sesleniyordu:

- Onlar size bir şey yapmadı. Bari annelerini bırakın!

Kalabalık cevap verdi. Her cümlede içlerinden sadece birinin sesi duyulsa da, boşluğa düşen her kelimeyi aynı anda onlarcası ona(yla)yıp dolduruyordu. İçleri tıka basa dolan kelimeler de bir türlü dağılıp karışmıyordu havaya:

- Sen karışma bu işe yabancı. Seni sevdik ve beklediğimiz bildik. Hala bunları savunur durursun. Ama bunlar seni tanımadı bile. Hem de neden? Sadece donlarına girmedin diye! Oysa bize seni anlatır dururlardı senden önce.. İlkin bunlar değil miydi sana ısrar eden, Kutlu Gökçe Kağan’a karşı önümüzde yürümeni isteyen?
- Ben onların anlattığı değilim. Kişi anlattığını tanımaz mı yoksa? Onlar sadece bir düş yarattı. O da siz zalimin karşısında direnin diye! Sonra kendileri de uydu uydurduklarına. Daha yeni uyandılar..
- Sen niye sözünden döneni korursun? Sözünden dönenin varsın tüm soyu kurusun!
- Onların ki döneklik değil, dölekliktir! Anlamıyor mısınız? Tepedeki zalimin parmağı var bu işte, zulmüne ortak ediyor sizi de!
- Asıl bunların parmak izleri vardır zulmün kuklasının ipleri üstünde!
- Onlarla yoldaş değilim ama biliyorum ki ne kadar nefis varsa o kadardır bire giden yolun sayısı. Adil olmak, zulmetmemek ve zulme karşı mücadele etmek demektir. Onlar tepedekine atmıştı da tüm sorumluluğu, adil olandan öyle çıkmıştı. Sizse onlara atıyorsunuz şimdi payınızı. Dünkü kırım hepin(n)izin ortak yapıtı. Onlar sonunda bunu anladı, siz niye anlamıyorsunuz!
- Anladık! Anladık ki asıl zalim bunlardır. Bunlar olmasa asil Kutlu Gökçe Kağan da bize böyle haksızlık yapmazdı! Ah keşke daha evvel gelseydin evlerimize.. Seni anarşiksin diye kötülediler ama kendileri ana-şirk! Sen gelince anladık.. ..biz bunlara uyup, hep zulme katıldık!
- Onlara zulmederek kendinize, kendinize zulmederek de O’na zulmediyorsunuz!

Binlerce silahlı kuşattı birden kalabalığı. Bir başına ölmek korkusundan binleri öldürmeyi seçerek halkın çoğu beşer onar askerlere katılmıştı ve kırımın ardından iyice azalmıştı kalanların sayısı. Yargıcı’nın gür sesi hiçbir dirençle karşılaşmadan yayılmaya başladı:

- Bundan gayrı Kutlu Gökçe Kağan’ın desturu olmaksızın aranızda itişmeyeceksiniz bile. Kurban ararsanız, kurbanı ancak biz seçeriz. Zira kurban dediğin özel olmalı: Askerler, yakalayın şu yabancıyı!

Kimse karşı koyamadı. Yersiz götürülürken, meydanın ortasına büyük bir sahne kurulmaya başlandı. Dört bir tarafa dağılan ulaklar, kurban töreninin güneş en tepeye çıktığında yapılacağını bağırdı. Özgür kalan yolcular da bir araya toplandı ve bir süre sonra Öz-ü-gün Yolcu hepsi adına halkın ortasına çıktı:

- Kardeşlerim! Bu oyuna seyirci kalamayız!
- Bu oyunu siz kurmadınız mı? Neden yabancıyı aldı da size dokunmadı Yargıcı? Hatta dokunmayı yasakladı?
- Çünkü siz o yabancıyı Mehdi bellediniz! Çünkü sizi korkutup bastırmak için son umudu da yüreklerden söküp almak istiyor!
- Bize siz onun Mehdi olduğunu söylediniz. Hem gerçekten beklediğimiz kurtarıcıysa ona bir şey olmaz?
- Kurtarıcı bildiğini dinlemezse bir halkın hali nitedir? Mehdi ne yapsın bir başına?
- O demedi mi kimseye zulmetmeyin diye? Askerlere mi zulmedelim? O demedi mi zulme karşı çıkın diye? Ayaklanalım da zulmü mü getirelim? Hem belki onun yüzü suyu hürmetine kurtarır bizi Çalab: Melekler iner yere onun için. İnmezse de bizim yerimize o acı çeker. Yoksa Mehdiliği nitedir? Mehdi değilse de bize ne!

Yolcular ne yapacaklarını şaşırdı ve derin bir sessizliğe daldı. Sonunda Öz-ü-gür konuşmaya başladı:

- Seyircileri dahil, bu çirkin oyuna katılan kimse kurtulamaz gazaptan. Göçmeliyiz yoldaşlar ama biz bu toprağa aidiz. Sorumluluklarımızdan da kaçamayız. Bu yüzden başka bir mekana değil, başka bir zamana göçeceğiz. Tüm geçmişi geçeceğiz. Ardından da tüm geleceği. Bir adım ileriye gitmek için, geriye doğru geniş bir adım atacağız böylece. Bütünün resmini görünce, ne yapmamız gerektiğini anlayacağız. Bir çözüm varsa, muhakkak bulacağız böylece!
- Yoldaş, atladığın bir olasılık var: Bu yolda gitmek için unutmak gerekebilir!
- Haklısın Öz-ü-gün Yoldaş. Ama yaşa(t)mak için hep unutmak gerekir! Ve unutulmadan hatırlanmaz hiçbir şey. Başka çaremiz yok..

Yolcu’nun sesiyle uyandı geçmişten Koca-karı ve bir kez daha kıstı şaşkınlıktan kocaman açılmış olan gözlerini: Onlarca yıl geçmişti ama sakalları on santim bile uzamamıştı.

- Beni duyuyor musunuz?
- Seni duymuştum Yolcu! Ben mi kimim? Bana Yağmur Nine derler buralarda..
- Yağmur Nine?
- Evet! Yüreklerindeki umudu hatırlatmak adına damlalarımdan koyarım insanların avuçlarına. Herkes için en az bir damlam vardır. Senin için de olacak. Ama sen onu zaten almış olmalısın..
- Biliyor musun Yağmur Nine, az önce bir yağmur damlasının yere düşüşünü izlerken eski bir rüyamı hatırladım.
- Az önce değil, çok sonra. Ve daha hatırlamadın, henüz hala unutmaktasın!
- Bu bir bilmece mi?
- Kişi başkalarının bilmecelerini çözebilmek için önce kendi varsayımlarını anlamalı! Yorulmuş olmalısın. İçeri geçelim de bir tas sıcak çorba iç..

23 Şubat 2008 Cumartesi

bÖLÜM 4: HaFiFMeŞReP BiR YaŞıL


İnsan tüm keşiflerini taman(n)layıp, Başlangıç’a varmamıştı daha. O’nun Aden(n)’de saydığı adların yüzler(ces)ini biliyordu ama farklı donlara girdikçe adlar, tanınması zorlaşıyordu Yol’a çıkılan yerin. Yer-Den-iz’e Yer-Yüzü diyordu bu yüzden birçoğu hala.

Yersiz’in yerdeki iki yokluğunun ilkinin son demlerindeydi varlık: Orta-Zaman’a birkaç adım vardı.. Orta-Zaman Yolcuları da atlarını hızla başlangıca doğru koşturuyordu: Önce tüm geçmişi, sonra da tüm geleceği geçip, orta-zamanda Yersiz’i bıraktıkları anın bir adım ötesine yetişmeleri gerekiyordu.

Delice ile bir an göz göze gelince duraksadı Öz-ü-gün Yolcu: Nehrin içrek yeşilinden hafifmeşrep bir yaşıl görmüştü Delice’nin o sarı gözlerinde. Öz-ü-gür Yolcu ise o an yanından yittiğini fark etti yoldaşının ve uçmaya devam etti nehrin üstünde. Durup bekleyemezdi onu bu yolda: Durmak demek, yoldan çıkmak demekti.

Delice önünde duran minik harfe odakladı bir an derince dalan bakışlarını:

- Küçük, yeşil bir He?

Bu mevcut en küçük boyutlu test harfiydi! Görüşünün keskinliğini tebrik eden yaşlı doktor, keskinliğin görüşte değil, bakışta olduğunu ayrımsayamadı: Öz-ü-gün Yolcu’nun kesikler içinde kalan gözlerinden sızan ışıkla dışrak aydınlanıyordu artık.

- Ama gözlerim çok ağrıyor!
- Birkaç test daha yapacağız. Bu küçük He’ye bakmadan önce ne geçiyordu aklından?
- Hiçbir şey.
- Hiçbir şey mi?
- Evet. Neden sordunuz ki?
- Sanki bir düşünceden diğerine atlayıp duruyor gibiydin: Göz bebeklerin hızlıca yer değiştiriyordu. Gülümsüyordun bir de o birkaç saniye boyunca. Gerçekten hiçbir şey düşünmüyor muydun?
- Bir an dalmış olmalıyım. İnanın karaklarımın hareketliliğinin bile farkında değildim.
- Karak?
- Eski Türkçe’de göz bebeği demek.
- Bunca yıldır göz doktoru olmama rağmen hiç duymamıştım, ne hoş. Şimdi de şu yeşil kalemi takip et bakalım.
- Çok eski bir kitabı okurken öğrenmiştim ben de. Sanırım geçmişte ölmüş ve yeniden canlanıyor şu an bizle. Bakalım bu sefer ne kadar yaşayacak? Yaşam, yaşıl ve yeşil.. İkimizin de yeşil dediğinde acaba siz benim mavi dediğimde gördüğümü görüyor olabilir misiniz?
- Renklerin ve zevklerin tartışılmazlığına son vermek niyetindesin anlaşılan. Şimdi daha hızlı ve düzensiz hareket ettireceğim kalemi, takibe devam lütfen.
- Aslında çocukluğumdan beri defalarca sormuşumdur kendime bu soruyu. Yeşiller! Dışrakta var olup olmadıklarını bile bilemezken, içreklerde aynı olup olmamaları sorun değil. Önemli olan soruyu sormak.
- Garip..
- Sorunu bulabildik mi?
- Hayır.. ..Gereğinden çok daha hızlı takip ediyorsun kalemi: Bakışların hareketle sanki eş zamanlı! Daha ayrıntılı bir test yapalım. Lütfen hazırlan da sinir-bilim bölümüne geçelim. Oradan da bir şey çıkacağını sanmıyorum ama. Belki de sadece psikolojik bir rahatsızlıktır. Deminki gibi anlık dalışları çok sık yaşıyor musun?
- Bilmem ki. Dediğim gibi, daldığımın da farkında değildim.

Delice testleri yaptırırken, Öz-ü-gün Yolcu nehir üzerinde uçmaya başladı yeniden. Gözünden sızıp suyun yüzüne vuran içrek ışığı, sekip de gökyüzüne taşıyordu yeşili: Yılanlar cennetten sonra ilk defa uçuyordu böylece. Sağdaki yola az önce sapmış olan Öz-ü-gür Yolcu biraz daha beklese, bu eşsiz görüntüye şahit olabilecekti.

Yaşlı doktor önüne gelen test sonuçlarına defalarca baktıktan sonra yanlışlık olmadığından emin olmak için birkaç yeri aradı. O sırada eşi Zeytin’le konuşan Delice bir terslik olduğunu anladı ve telefonu kapatmadan, doktora döndü:

- Neyim varmış efendim?
- Gör-mü-yor-muş-sun!
- Efendim?
- Gözüne ileti getiren sinirler etkin bir şekilde çalışıyor ama gözünden ileti götüren sinirler hiçbir zaman çalışmamış. Sanırım ağrılarının nedeni bu götürücü sinirler!
- Ama ben görüyorum, siz de bunu biliyorsunuz! Görüşümün çözünürlüğü gayet iyi. Üstelik hareketleri de neredeyse eş zamanlı takip edebiliyorum.
- Neredeyse değil, eş zamanlı takip ediyormuşsun.
- Ama.. ..Ama nasıl olur?
- Gözlerinle hiç gör-me-miş-sin-sen!

20 Şubat 2008 Çarşamba

bÖLÜM 3: öZ-ü-GüR YoLCu


Öz-ü-gür Yolcu inmeye hazırlanırken atından inceliyordu çevresindeki ağaçları. İçlerinden en incesi güler bir yüzle karşıladı bakışını. Yaklaşan uykusunu onun sıcağında karşılamaya karar vermişti ki Yolcu da.. ..Yağmur çiselemeye başladı.

Uyumayı severdi ama yağmurda ıslanmak kadar değil. Uyku ağarken, yağmursa yağarken yurdu onun ruhunu. Dinlenmekten vazgeçti ve atı Gölge’nin kulağına fısıldadı:


- Hey yaheyy, heyyaa hay..


Atın kalbi cevap verdi dört atışta:


- Hey, Yahey, Heyya, Hay,,


Her dört atışta bir tüm vücudu dolaşmayan tek bir damla kan kalmayacakçasına hızlandı ikisinin de kalp atışları. Tam şaha kalkıyordu ki Gölge, inen yağmur damlalarından birisi karşılarında asılı kaldı ve kon-uşmaya başladı:


- Ey Yolcu! Bir hikaye getirdim Yer-Deniz’e. Dinlemek ister misin?

- Dinlemek.. Dinlendirecekse..

- Ancak bir şartla dinlendirir: Ne hatırlatırsa, sen de onu anlatacaksın ardı sıra!

- Anlatmak.. Anlaştık öyleyse..


Damla, Delice Yeşil ve Yaşıl Zeytin’in hikayesini anlattı bir solukta Yolcu’ya. Anlamadı Yolcu ama eski bir rüyasını hatırladı. Tutmaya çalışsa da onları, birer birer dökülmeye başladı kelimeler içrek gökyüzünden boşluğa. Her kelimede yeniden görüyordu sanki aynı rüyayı:


Küçük bir mescitte, üçüncü ve son safın en solunda, yanında annesiyle oturuyor.. Onun sağında uzun bir boşluk ve hemen yanında sağa dayalı dizilmiş, mescidi cami bellemiş, altı yedi kişi.


En sağındakiyle bir uçtan diğerine kon-uşmaya başlıyor. Adam hep olduğu yerden biraz havalanıp, aynı yere konmak niyetinde. Yolcu’nun söylediklerinin çekiminde, konmadan yaklaşacak gibi oluyor bir ara ona.. ..O telaşla ağırlaştırıyor ruhunu, ağır bir şey çıkıyor ağzından. Çıkışıyor Yolcu ardı sıra:


- Dediklerimden hiçbir şey anlamamışsın!


Ayağa kalkıyorlar hep birlikte ve tart-ışmaya başlıyorlar. Tart-ışmanın kapanış cümlesini adam kuruyor iyice ağırlaşan ruhunun altında ezilip de kururken bedeni:


- Haydi, asın şu kafiri! Ne bekliyorsunuz?


Mescidin en arka kısmında, ortada buluyor Yolcu annesiyle kendini. Diğerleri oldukları yerde hala ama sanki sayıları çoğalmış; yüzleri onlara, sırtları kıbleye dönmüş. Onlara doğru gelmeye başlıyorlar. Hemen sağlarındaki ayakkabılığın üstünden bir parça halat çıkartıyor üst üste çıkmış birileri. Annesi bir ona, bir de sağdaki kapıya bakıyor “Çıkıp, kaçmayacak mıyız?” dercesine. Başını sallıyor hayır derecesinde. İki derece fark kalıyor onlarla arasında. Çoğalıyorlar..


Birden uyandı Yolcu. Damla’ya baktı ve yeniden daldı rüyasına:


Eve girerken, üçerli beşerli öbekler halinde bir dolu insan görüyor içerde. Kapıya en yakın olanlara katılıyor. Eskimekte olan bir arkadaş bakışlarıyla bir kör kuyuya atmaya çalışıyor dikkatini. “Peşimde olduğunu biliyorum” anlamında sallıyor başımı ve bakışının sabitlendiği doğrultuda, başka bir öbeğe doğru yürümeye başlıyor.


Nereye (g)itse, ardı sıra geliyor beriki. Acaba az önceki tart-ıştığı adam mı bu? Ayrımsayamıyor, kuyu oldukça karanlık. Kapıya dik doğrultuda, sol köşede bir ışık görüyor: Yaşlı bir adam bir çocuğa kitap okuyor. Dinliyor, dinledikçe yaklaşıyor ışığa. Işığın sıcağı yakmaya başlayınca yüzünü, bir soruyu belirtiyor yaşlı adamın okuduğu sözcükler arasında kıvrılan dumanda:


- Hak mı, değil mi sözü? Nasıl anlıyorsun?

- Bakıyorum söyleyene. Eğer o yeşiller içinde görüyorsam rahmani, dışında görüyorsam şeytanidir! Zira rahmani de, şeytani de içtedir.


Belirttiği sorunun cevabı üstün(d)e birden kayboluyor yaşlı adam ve Yolcu onun yerine geçiyor:


- Her soru kendi içinde cevabını içerir. Sorun, soruyu doğru dilde okuyabilmekte..


Bir taraftan kitabı okuyor Yolcu, bir taraftan da endişelenmeye başlıyor: O adam da dinliyor onu ve bu sefer kaçacak hiçbir yer yok: Işık kuyunun dibindeki suda sönerken, bir ters L şeklindeki odanın kırılma noktasına sıkışmış durumda artık.


Adam’ın eline tutuşturduğu bıçakla yüreği tutuşan çocuk, birden Yolcu’nun üzerine atılıyor. Çocuğu havada yakalayıp, bir pervane gibi döndürdükten sonra ayakları kıbleye, yüzü az önce okuduğu kitaba gelecek şekilde yere koyuyor Yolcu. Aklına Hallaç geliyor, ağlamamak için bağırıyor sesi çıktığınca:


- Önce yüzünüzü kıbleye dönün!


Yolcu’nun sesi önce Adam’ı bölüyor yüzlerce, sonra her birinin bakışlarını ve bıçaklarını kendisine yöneltiyor. Ona doğru geliyorlar o girdiği ters L’nin sonuna doğru geri geri yürürken. Sesi duyunca sarsıla sarsıla ağlamaya başlayan kuzeni gelip sarılıyor ona sıkıca. Sarılmış duruyorlar betona kök salmak istercesine ama arkalarındaki camlı duvarın çekiminde zeminle beraber kaymaya başlıyorlar. Kararıyor odanın içi ve Adam’lar birer gölgeye dönüşüyor.


Topluca mekan değiştiriyorlar: Üç kat aşağıda devam ediyor oyun. Kuzeniyle camlı duvarın içinden geçiyor Yolcu kayarak. Artık sokaktalar. Evin duvarı birden üzerinde büyük delikler olan dev bir duvara dönüşüyor çevredeki evler yittikçe. Oluk oluk kan akıyor deliklerden uzun bir süre. Güneş doğuyor sonra duvarın arkasından ve akan kanlar donuyor onun sıcağıyla. Öyle ki donan kanla dolmuş delikler duvarın üzerinde birer kırmızı güneş gibi görünüyor.


İkinci kez uyandı Yolcu. Damla’ya baktı ve yeniden daldı rüyasına:


İki yanı yeşillerle kaplı bir nehir üzerinde uçuyor. İlk defa onun gibi yüzercesine uçan birisi var yanında: Bir yabancı yüz. Giyimine bakınca aynı zamanda yaşamadıklarını an’lıyor Yolcu. Yabancı’nın söyledikleri bakışlarını giyitten, nehre doğru çekiyor:


- Biliyor musun? Yeşiller sadece dışında değil suyun..

- Suyun rengi yoktur, su onu saranın rengini alır!

- Suyun değil, içindekilerin rengi yeşil: Bu nehirde yılanlar var!

- Biraz yüksekten uçalım mı öyleyse? Çok yakınız.

- Bu yılanlar sana zarar vermez. Diğer nehirdekiler tehlikeli sadece..


Yılanları görmeye çalışırken Yabancı’nın yanından yittiğini fark ediyor Yolcu. Yetişmeye çalışırken geçmişte doğup da gelecekte ölene, sağda nehre dik bir yol olduğunu görüyor ve dönüp, yola giriyor.


Her iki tarafı da sararmış ve cılızlaşmış yeşillerle dolu olan bu yol üzerinde uçmaya devam ederken, solda minik ve türbemsi bir yapıyla karşılaşıyor. Kırmızı piramit çatının altındaki duvara işlenmiş olan siyah şeride hayranlıkla bakarken, küçük yeşil bir tabela ilişiyor gözüne: “Hacı Bektaşi Veli”. İçeri girecekken, bir dolu birbirine girmiş ses duyuyor. Yüzleri bildik ama orda olmayan..


Üçüncü kez uyandı Yolcu. Damla’ya baktı ama bu sefer yerinde yoktu o. Yağmur hızlanmış, gök gürlüyordu. Yağmur damlaları ışıklar içinde yanarak havada hep beraber bir an asılı kaldı. Gölge’nin yüzünü Doğu’ya döndürdü Yolcu ve fısıldadı kulağına:


- Hey yahey, heyya hay..


At dört nala kalktı..

3 Şubat 2008 Pazar

bÖLÜM 2: DeLiCe & ZeYTiN


Delice Yeşil, mavi denize baktı. İçkin yağmurla içrekten taşanın tadında kokan denize.. Ateşin güneşi batırmayı çok istiyordu burada Yaşıl Zeytin’le ama zamanda yürüyüşlerini biraz daha yavaşlatsalar, hatta ara ara dursalar ne güzel olurdu. Zamanda durabilseler de deniz üzerindeki ışıklı yolda o güneşe doğru yürüyebilseler karabatakların yoldaşlığında.. Yetmiyordu bir türlü onlara anlar. Oysa bir günlük zamanlarını, bir hayat kadar uzunmuşçasına yürüyorlardı tüm enlemesine ara sokaklara saparak yolda..

Zeytin’in kokusunu çekti içine. Yosun kokuları kıskandı Zeytin’in yaşıl kokusunu. Bir avuç su aldı sol avucunun içine ve Zeytin’inkine boşalttı boşlukta yankılanan sözlerinin eşliğinde:

- Umudum umudun olsun!

Ve Zeytin de sol avucundaki suyu tekrar boşalttı bir önceki yatağına:

- Umudum umudun olsun!

Delice sol avucundaki suyla yudu Zeytin’in yüzünü, yumdu gözlerini ve uy(u)du sollarındaki yazıcı melek..

Zeytin Delice’nin gözlerinden girdi içeri. Yosun yeşilleri kıskandı Delice’nin gözlerine çalınan yeşili. Bir avuç su aldı sağ avucunun içine ve Delice’ninkine boşalttı boşlukta yakınlanan gözlerinin eşiğinde:

- Umudum umudumuz olsun!

Ve Delice de sağ avucundaki suyu tekrar boşalttı bir önceki yatağına:

- Umudum umudumuz olsun!

Zeytin sağ avucundaki suyla yudu Delice’in yüzünü, yumdu gözlerini ve uy(u)du sağlarındaki yazıcı melek..

Delice plastik bir şişede artan kalan sudan biraz döktü üzerinde oturdukları kayaya:

- Güneş ve deniz şahit olsun: Ey su, umudumuz ol ve yüksel güneşe. Sonra yine in yer-denize. Ağıp yağarken anlat hikayemizi yele. O ki an’latsın tüm yeryüzüne!

- “Şahidim ey Delice Zeytin. Soldaki yazıcı melek, uy()an ve yaz şahitliğimi.” (Güneş)

- “Şahidim ey Delice Zeytin. Sağdaki yazıcı melek, uy()an ve yaz şahitliğimi.” (Deniz)

- “Gördüm ve şahidim şahitliklere. İşittim ve istekliyim umudu yüklenmeye. Hoşça kal ey Delice Zeytin!” (Akan Su)

Nefesleri bir oldu Delice ve Zeytin’in, birbirlerini çektiler ciğerlerine. Ciğer-gûşem dedi nefisleri birbirine. Geçmişle gelecek birbirine bağlandı: Bugüne bağlandılar. Hakikate hayal, hayale hakikat; masumiyete yaramazlık, yaramazlığa masumiyet karıştı.

bÖLÜM 1: Saa aReŞş


Melekler çıkmıştı düştüğü yere. Ve dönüyorlardı kalplerindekinin çekiminde. Yerdeydi Yersiz!

Yersiz’in elleri arkadan bir iple bağlanmıştı. İp, tenini kestiği yerde yakıyordu. İpin yaktığı ağıtla azalıyordu yangısının ağrısı ama bedeni ağırlaşmıştı iz-leyicilerin ağılı bakışları altında. Bakışını dışrakta balkıyandan, içrektekine çevirdi. O’nun ipini yakalayıverdi ruhunun elleri ve tinde yaklaştırdı yerini yakınsayan yörüngeye. Sonra yakarmasını isteyenin yakasına yapışmışçasına dikti gözlerini gözlerinin içine.

Yargıcı, kaçırdı gözlerini berikinden telaşla ve izleyicilere döndü:

- Bu yerdeki Yersiz mi sizin Mehdi’niz?

Yersiz doğruldu olduğu yerde ve nefesini topladı. Nefsini aldı karşısına, başladı konuş-maya:

- Başkasını kurtarmaya çalışan, kendinden çalar ve kaybolur kurtuluşa çalan kurak kurgusunda. Kişi ancak kendisinin Mehdisi olabilir! Zira şeytanın üzerine oturduğu yol dışrakta değil, içrektedir!

Yargıcı sözünü kesti:

- Yolda oturan: Doğru yoldan çıkartan, saptıran bir tek sen varsın!

Nefsi devam etti sessizce içinden:

- Bu halk üzerinde benden başka bir Rabbe gerek yok, birazdan bilecekler. Varsın hala seni Mehdi bilsinler!

Sonra tekrarladı nefsinin emirlerini:

- Asker! Yargı bitmiştir. Yerdekini kaldır yerden.

Yardımcılardan ikisi koluna girerek Yersiz’i ayağa kaldırdı. Diğerleri önüne dizildi ve silahlarını hedefe kilitledi. Yardımcılarının arkasındaki Yargıcı elindeki sütkırı mendili yere bıraktı. Hedefin tam arkasında tahtında oturan Kutlu Gökçe Kağan da ardı sıra elini havaya kaldırdı ve beyaz işlemeli siyah mendilini rüzgara teslim etti. O anda yerin en keskin nişancıları tetiklerini çekti: Tek ve tok bir ses duydu sadece izleyiciler!

Ayakta tutan dağlarla, ayakta duran ağaçlarla kıyamda şahitlik etti Yersiz. Kovalayan atlarla, kurtlarla; kovalanan geyiklerle, tavşanlarla rükuda itaat etti ve esen rüzgarla, uçan kuşlarla, akan ırmaklarla secdeye kapandı bir nefeste iki kere, teslim oldu.

Kurşunların bedenine ulaşmasına tek bir an, yarım bir nefes kalmıştı. Annesinin kucağındaki küçük bir kız çocuğunun gözleri takıldı Yersiz’in bakışının havada bıraktığı ize. Çocuğun gözlerinin ardından Mikail’e bağırdı Hızır:

- Ey Bozlak Kurşun, dön dönebildiğin kadar bu dem hedefin içinden giden izin etrafında!

Nefes yarım kalmadı. Tamamlandığında Kutlu Gökçe Kağan’ın kolu havada asılıydı hala. Bir nefes daha aldı Yersiz. Kağan kolu havada, bıraktığı mendille yarışırcasına yere kapaklandı.

Bir gürültü yükselmeye başladı izleyiciler arasından. Yargıcı gürledi:

- Asker! Üç küçük çocuk getir ve diz arkasına. Kendinden çalsın da kurtarsın onları Mehdi!

Kağan’ın cansız vücudu kaldırıldı yerden. Yargıcı onun kanıyla beyaz işlemeleri kırmızıya boyanmış olan mendili aldı ve boşalan gökçe tahta oturdu. Üç küçük masum dizildi Yersiz’le arasına ve keskin nişancılar silahlarını bir kez daha doğrulttu.

Yersiz ikinci rekata durmuştu kanlı mendil Kağan’ın hala sıcak olan kanıyla nefes aldığı gözenekleri tıkanan toprağın çekimine bırakıldığında. Kelimeyi duydu hedefe bir an kala kurşunlar. Yersiz selam vermek için kafasını çevirdiğinde, hala bakışının izinde kilitlenmiş olan küçük kızın gözlerini gördü. Ama Mikail’i duymadı Hızır’ı da duymayan kulakları:

- Ey Bozlak Kurşun, dur durabildiğin demde hedefinin içinde! İzin kalmasın..

Nefes yarıda kaldı, Yersiz secdeye kapanırcasına dizleri üstüne yığıldı. Yargıcının kahkahasıyla yırtıldı sessizliğin örtüsü. Kahkahaya eşlik eden birkaç ses çıktı birkaç nefes sonra. Sesin nerden geldiğini anlamak için kahkahasını tadı damağında kalsa da yarıda kesti Yargıcı. Birkaç benzer ses daha çıktı.

Küçük kızın gözleri takıldığı izden kurtuldu bu seslerin çekiminde. Sesler Yersiz’in göğsünden çıkıp, izlencenin üzerine kurulduğu tahta döşemeye çarpan kurşun kovanlarından geliyordu!

Doğruldu Yersiz. Yarım kalan nefesini tamamlarken, selamını da tamamladı. Sonra da sesi doğruldu boşlukta:

Nehre..
Simer, bis-saa’mre!
Verah-harrum.
Li’len sevah’e,
Serşaa mi’ren.
Serşaa-he,
li’len.
Ve nehre..

Ve tekrar düştü yere. Ruhu bedenini selamlarken, kurşunların bıraktığı boşluklar kanıyla dolmuştu.

Dağlar, ağaçlar, atlar, kuşlar, geyikler, tavşanlar, kuşlar, rüzgar ve su bir oldu, tekrarladı:

Nehre..
Simer, bis-saa’mre!
Verah-harrum.
Li’len sevah’e,
Serşaa mi’ren.
Serşaa-he,
li’len.
Ve nehre..

Nişancıların silahlarının ucundan göğe yükselen duman tekrarlanan sözün ritmine bıraktı kendini ve kıvrıla kıvrıla içine kapandı.

Yargıcı böldü yerin tutturduğu türküyü:

- Ne demek bu? Katipler, hemen tercüme edin!

Hiçbiri bilmiyordu bu dili ama. Böyle bir dil var mıydı, onu da bilmiyorlardı. Yargıcı’ya durumu an’latmaya çalıştılar. Yargıcı silahını çekti ve hala önünde duran üç masumdan en yakınında olana doğrulttu:

- Biri bu sözleri tercüme etmezse, sırasıyla öldürürüm bu çocukları. Olmadı, söz tercüme edilene kadar birer birer hepinizi öldürürüm. Gündüz’e ve Gün-eş’e, Gece’ye ve Ay’a ant olsun!

Annesinin kucağındaki küçük kız çocuğunun gözleri bu sefer kendi içine kapanarak yaptığı dansı hala sürdüren dumana takıldı. Ve bakışları havada asılı, konuşmaya başladı:

Nehre..
Simer, bis-saa’mre!
Verah-harrum.
Li’len sevah’e,
Serşaa mi’ren.
Serşaa-he,
li’len.
Ve nehre..

Birden izleyiciler ardı sıra katıldı küçük kıza. Yargıcı öfkesinden çıldırmak üzereydi ve türküyü bu sefer silah sesiyle böldü!

Silahın ucunun gösterdiği çocuk ağlamaya başladı ama vurulmuş gibi değildi. İyice şaşıran Yargıcı birden soğuk soğuk terlemeye başladığını fark etti. Karıncalaştı teni, gözleri karardı. Kusacak gibi oldu. Elini göğsüne götürdü. O an dokunduğu yerden bir sıcaklık yayıldı tüm bedenine. Yerdeydi ve kanı, henüz kurumamış olan Kağan’ın kanına karışarak, toprağın içine sızıyordu. Kafasına kaldırmayı denedi. Gözleri kapandı. Gözlerini tekrar açtığında, bir yangın yerinin ortasında buldu kendini. Ardında bıraktığı bedenine yayılan sıcaklık çoktan yitmişti.

Aradan onlarca yıl geçti. Gün’ler, Gece’ler birbiri üstüne devrildi. Küçük kız çocuğu yaşlı bir koca-karı olmuştu artık. Şiddetli bir kavgaya tutuşmak üzere yerden ellerine taş alan torunlarını sert bir ses tonuyla uyardı:

Yersiz’in türküsünü yakıp durdukça bu Yer-Deniz,
Ve duman kıvrılarak bıraktıkça Gök’te ondan iz,
Yasaktır ademe öldürmek başkasını, biliniz:
Öldürmek için yaptıklarınızla öleceksiniz!

Çocuklar taşları yere bıraktı. Koca-karı’nın doğru söylediğini biliyorlardı. Bir soğuk yel esti. Çocuklardan birinin içi titredi. Koşarak evlerine kaçtılar. Yağmur başladı onların ardı sıra.. Koca-karı bir an daldı, bakışları havada asılı kaldı. Hava da iyice kararmıştı. Birden gök gürledi. Yağmur damlaları ışıklar içinde yanarak, havada Koca-karı’nın bakışlarıyla beraber bir an asılı kaldı.

,,sU LeKeSi::

Fotoğrafım
Kendi'lik:
Put-sevmez 1 Birey,
Öz(-ü-)gür 1 Su Lekesi,,
Kişi'lik:
Hayal-perest 1 Fizik- ve Yaşam-bilimci,
Acemi 1 Yazar ve Çizer,,
Kim'lik:
Anarşist 1 Müslüman,
Muhafazakar 1 Anarşist,,